Seçilmiş

Hıdri Dede

PC273686small th

Mezarlıklar...

İnsanlık yolculuğunun yol kenarlarında, bu yola neden girdiğimizi ve sonunda varacağımız yeri unutmamamız için dikilmiş hatırlatıcı tabelalar gibi duran mezarlıklar...

Kimi kaybettiği bir sevdiğinin hatırasını canlı tutmak ya da ona olan vefasını göstermek için ziyarete gelir.

Kimi belki de her gün yanından geçtiği halde dönüp bir bakmayı bile aklına getirmez.

Kimi aceleyle bir yere yetişmeye çalışırken yanı başında fark edince oradan geçene kadar, mahcubiyet ve saygıyla karışık bir duygunun etkisine girip adımlarını ve nefes alış verişini yavaşlatır.

Kimi yolunun üstünde olduğunu son anda fark edip korku ve ürpertiyle yolunu değiştirip etrafından dolanır.

Kimi fırsat buldukça huzur bulmak, ibret almak için gelip mezarların arasında sakince dolaşır.

Ama sonunda herkesi istese de istemese de getirdikleri yerdir mezarlıklar.

*          *          *

Daha kapısından girerken az önceki acelesinin sakinliğe, dinginliğe, saygıya dönüp adımlarının ister istemez yavaşladığını fark etti genç adam. Buraya önemli bir şey için gelmişti. Ne kadar da geniş bir araziye yayılmıştı. Her yan çeşitli şekillerde, eskili yenili mezarlar ve mezar taşlarıyla doluydu. Mezar öbeklerinin arasında yollar, sokaklar oluşturulmuştu. Neresinden başlamalıydı ki? Aradığı şeyi acaba bulabilecek miydi? Yapısında kararsızlık pek bulunmadığından, bilmediği bir yeri ilk defa gezerken ya da keşfederken yaptığı şeyi yaptı; sağ tarafından başlayıp sola doğru dolanmaya karar verdi.

Yürüdüğü yol boyunca göz alabildiğine sağlı sollu mezarlar vardı. Kimi eski, kimi yeni, kimi tarihi, kimi küçük, kimi büyük, kimi gösterişli, kimi mütevazı.

Mezarlar ve mezar taşları, kişilerin yaşadıkları döneme, yaşama koşullarına, varlıklı mı yoksul mu olduklarına ilişkin ipuçları veriyor. Yer yer aile mezarlıkları oluşturulmuş. Birbirini sevenler ayrılmasın diye yakın yerlere defnedilmişler. Bazılarının yakınlarda bir seveninin ziyaretine geldiği, üzerine konulmuş taze çiçeklerden, sağının solunun temizlenmiş olmasından anlaşılıyor. Buna karşılık bazıları da unutulmuş, uzun zamandır kimse ziyaret etmemiş olduğundan kaybolmaya yüz tutmuş. Zamanla birlikte mezar taşları da teknolojinin değişimine ayak uydurmuş. Uzun zaman öncesinden kalanların çoğu sanat eseri gibi özenle işlenmiş, şekillendirilmiş. Daha yenilerse artık betonlaşmanın etkisine girmiş.

Dışlarından bakınca ayrı ayrı şekillerde görünmelerine karşın hepsinin bazı ortak özellikleri de var. Hepsi de sakin, sessiz. Huzur dedikleri şey bu mu yoksa? Almancada mezarlığa “Friedhof” diyorlar. Barış, huzur, sakinlik anlamına gelen “Frieden” ile avlu, alan, yer, konak anlamına gelen “Hof” kelimelerinin birleşiminden meydana gelmiş. Almanya’dan ailece temelli döndükten sonra huzurevi kelimesini ilk duyduğunda herhalde bu yüzden, “mezarlık” demek istediklerini düşünmüştü. Zaten bizim kültürümüzde yaşlılarını böyle yuvalara, bakımevlerine terk etmek diye bir şey var mıydı? Daha ölmeden ailesinin yaşlılarını kim mezarlığa bırakır ki? Ne yazık ki betonlaşmadan sonra bunlar da oldu. Eskilerimizden biri bunun buraya varacağını önceden hissetmiş ki “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” demiş. Yani, teknoloji ve bilim alabildiğine ilerledi ama insanlık öldü, neye yarar ki?

Dışından bakana farklı görünüp de içindekiler için aynı olan özelliklerinden biri de, artık hepsinin de aynı toprağın altında olmaları. Her ne kadar yakınları ya da geride kalanlar ve onu sevenler onun için ayrıcalık ifade eden bir mezar yapmış olsalar da, burada hepsi de eşit, hepsi de toprağın altında. O kişi kendisi de belki hayattayken böyle bir şey isterdi ama öldükten sonra bunun bir anlamı var mı? Ya da o gösterişli mezarla ruhu huzur buldu mu? Yoksa o ona daha çok bir sıkıntı mı veriyor? Oraya bir kere gidip gördükten sonra geri dönme şansı olsaydı, kendisi için böyle gösterişli bir mezar yapılmasını ister miydi acaba? Belki de nasıl olursa olsun bunun hiçbir önemi olmazdı.

mezarlik gul dua th

Fakat henüz oraya girme sırası gelmemiş biz dışarıdakiler, orada yatanların arasından geçerken saygıda kusur etmemeliyiz. Çünkü onlar insanlık görevlerini şöyle ya da böyle tamamladı. İyi, kötü, rahat, zor, nasıl olursa olsun bir hayatı sonuna kadar yaşadı. Acele etmeden, gürültü çıkarmadan, saygıyla aralarından geçmek lazım. Biz nasıl şu anda onların bizi görmediğini düşünüyorsak, aslında biz onların gördüğünü görmüyor olabiliriz. Şu anda nerede, kimin huzurunda, hangi davranış içinde bulunduklarını bilebiliyor muyuz? Onlar nasıl şu anda gördüklerinin heybetiyle sesleri kesilmiş halde duruyorlarsa biz de burada onlara uyup huzurda tıpırtılardan başka bir şeyin duyulmayacağı o gün1 gibi sessiz ve saygılı hareket etmeliyiz. Burada acele etmeden, ağır ağır yürümek gerekir. Zaten sonunda geleceğimiz yer burası değil mi?

Genç adam bunları düşünürken bu mezarlığa neden geldiğini de hatırladı bir an. Buraya bir büyüğün mezarını bulmaya gelmişti. Kaç yüz yıl önce bu topraklarda yaşamış, geçmişimizin, kültürümüzün, insanlığın kilometre taşlarından bir büyüğün. Fakat bu binlerce mezar taşının arasından onunkini nasıl ayırt edecekti. Çeşit çeşit mezar taşları vardı. İrili ufaklı mezarlar vardı. Çocuklar için küçücük mezarlar yapmışlardı. Bazıları üç, beş sene, bazıları ancak birkaç gün yaşamıştı. O ufacık mezarlar orada yatanın küçük bir çocuk olduğunu belli ettiğinden, insanın kucağına alıp sevesi geliyordu. Daha ana babası kendisine doymadan bu yavruların birdenbire hiç beklenmedik bir çabuklukla gidivermelerine gönlü razı olmuyordu. Ne kadar kısa bir ömür. Bazıları seksen, yüz yıl yaşamışken, aralarında bir günü bile tamamlayamamış olanlar var. Bir gün dediğin nedir ki? Bir göz açıp kapayıncaya kadar. Eskiler hep söylerdi: “Ömür dediğin, bir göz açıp kapayıncaya kadar.” Öyleyse ömrün uzun olmasının da çok bir anlamı yok. Bir gün de olsa, yüz yıl da olsa bir göz açıp kapama.

Aslında şöyle bir düşününce bu yalan da değil; aksine tamı tamına doğru bir tanım. Doğumla ölüm arasındaki ömür dediğimiz ve uzun sandığımız zaman dilimi aslında sadece bir an, bir göz açıp kapama ya da bir nefes alıp vermeden ibaret. Örnek olsun diye değil gerçekten öyle. Bunu küçük bir denemeyle insan yaşantısının her anında kendisi de anlayabilir.

Şöyle:

Sakince bir yere oturup arkamıza yaslanalım. Şu ana kadar yaşadıklarımızın toplamını hatırlayıp şöyle bir gözümüzde canlandıralım. Hatırlamadığımız halde bebekliğimize dair bize anlatılanlardan tutun da ilk çocukluk yıllarımızın hayal meyal zihnimizde oluşan görüntülerinden, en iyi hatırladığımız ve yaşantımızda önemli yerler tutan olaylara ve bugüne kadar olanlara dair her şeyi gözümüzün önünden geçirelim. Ve bu arada yavaş yavaş göz kapaklarımızı kapatalım. İşte! Bir göz açıp kapamayla geçmiş her şey değil mi? Şimdi biraz daha ileri gidelim ve ölüm döşeğinde olduğumuzu düşünelim. Ağır ağır son nefesimizi veriyoruz; bir dahakini alamayacağımızı artık biliyoruz. Gözlerimizi de ağır ağır son kez kapatıyoruz; onu da bir daha açamayacağımızı biliyoruz. İşte son an! Bir nefes alıp verme. Bir göz açıp kapama. Bir ömür.

Derken, o ana kadar bu düşüncelere dalmış ve bir yandan da mezar taşlarına baka baka ilerleyen genç adam gözüne ilişen küçük bir mezar taşının üstündeki yazıyı görünce ürpertiyle dona kaldı. Şöyle yazıyordu:

“Kendi yaktığı ateş ile elbisesinden tutuşup yanan küçük yavrum Mustafa'nın ruhuna Fatiha. 1952 - 1956.”

İçinin parçalandığını hissetti. Hem de yandığını. Dört yaşında o feci sonla hayata veda eden yavrunun ana babasının yerine koydu kendini. Buna can dayanır mıydı? Ne ağır bir acıydı o! Kim bilir ne çok seviyorlardı küçük yavrularını. Şimdi kendileri yaşıyorlar mı acaba? Yaşıyorlarsa bu acıyı unutmuş olabilirler mi? İmkânı mı var? Birer damla yaş süzüldü gözlerinden. Hem bu yavrunun ruhuna, hem onun ana babasına, hem de kendi içindeki yangına iyi gelirdi belki bu. “Yoksa biz de kendi yaktığımız ateşle mi gömleğimizi tutuşturuyoruz?” diye geçirdi içinden.

Yoluna devam etmeliydi. Buraya bir şey için gelmişti. Bu mezarlıkta bir büyüğün mezarını arıyordu. Sesi bu kubbede bâkî kalmış büyüklerden birinin mezarını. O bu topraklarda yaşamış büyük bir zattı. İnsanlık için büyük bir kişilikti. Fakat okuldaki tarih derslerinde büyükler hep savaşmış, kanlar dökmüş komutanlar, krallar olarak anlatılırdı. Neredeyse bütün derslerde birinciliğe oynayan bir öğrenciyken tarih ve inkılâp tarihi derslerine ısınamayışını, bunlarda başarısız oluşunu hatta sadece bu derslerden bütünlemeye kalışının sebebini sanki şimdi daha iyi anlıyordu. Tarih neydi? Falanca olayın tarihi, filanca komutanın yaptığı savaşlar, şu, bu, ezber...

Kendi okuduğu tarih kitaplarına, romanlara, büyüklerin hikâyelerine hiç benzemiyordu. Şiiri de böyle göstererek neredeyse tüm çocukları eski şiirimizden, divan şiirinden soğutmuyorlar mıydı? Neydi şiir? Fâilatün, fâilâtün. Ne sorulurdu? Şu gazelin aruz ölçüsünü bulun! Mübâlağa, cinas, sanatlar, kalıplar, şu, bu, ezber...

Hatta kendisi de derslerde daha başarılı öğrencileri ayırdıkları matematik bölümünde okumuş olmasına rağmen, bunun eğitim sistemimizdeki yanlışlardan biri olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyordu. Çoğu derste daha az başarı gösteren öğrenciler de edebiyat bölümüne gönderiliyordu. Böylece, aslında daha değerli olan edebiyat değersiz gösteriliyor, yetenekli ve başarılı öğrenciler bu alandan uzaklaştırılıp maddi ağırlığı olan mesleklere yönlendiriliyordu. Kitap okuma oranının en düşük olduğu ve gerçek sanata ve edebiyata ilginin kalmadığı ve iyi sanatçıların yetişmediği ülkelerden birine dönmüş olmamızın en önemli nedenlerinden biri de bu olmalıydı.

Şiiri güzel bir okuyuşla okuyup, anlamını, derinliğini, arkasındaki bilgi birikimini, kültürü, zenginliği anlatan bir hocaya rastlamamıştı.

Mezar taşlarına da yer yer şiirler yazarlar. Mezarlar arasında dolaşırken aklına eski büyük şairlerden birinin bir beyti geldi:

Ey olup sultan diyen dünyâda benden gayrı yok
Sen seni bir cuğd bil dünyanı bir virâne tut2

İnsan ne kadar büyüklenirse büyüklensin, o kısacık ömrünün sonunda geleceği yer işte burası.

Hatta sultan olup, daha ölmeden başına gelecekleri hissederek bunu dizelere döken eski büyüklerimizden biri “Bir gün gele ki görmeye kimse turâbımı3 diyerek sanki ibret alalım diye bu dizeleri bize miras bırakmış.

Kaç saattir geziyordu kim bilir. Aradığını bulabilecek miydi?

Birkaç yıldır okuduğu Konya’dan, daha önce hem okuyup hem de çalıştığı İstanbul’a otobüsle gelirken yolda aldığı gazetede gördüğü bir haberdi onu bu mezarlığa getiren.

Liseyi bitirirken girdiği üniversite sınavında yaptığı bütün tercihler İstanbul’du. Hangi okulda okuyacağından çok, İstanbul’u görüp tanımayı hayal ediyordu. Bu yüzden de zaten, girdiği mühendislik fakültesine ilk bir buçuk ay boyunca hiç gitmemiş, her gün sabahtan akşama kadar semt semt, cadde cadde, sokak sokak, müze, cami, park dememiş, İstanbul’un Avrupa yakasını yürüyerek dolaşmış, öyle ki her bir tarafını neredeyse bir taksici kadar öğrenmişti. İstanbul’da iki yıl mühendislik okumuş, sonra da bunun kendisini açmadığını görüp Konya’ya filoloji ve edebiyat okumaya gitmişti. Orada üniversiteye devam ederken bir ustadan ney dersleri almış, bir musiki derneğinde sazlar arasında neyzen olarak kabul edilmişti. Ustası ona ney açmayı öğrenmeyi teklif edince, her bir tarafına bir kamış ölçüsü çizilmiş dörtgen çıtayı alıp Hatay, Samandağı’nın yolunu tutmuş, binlerce kamış arasından seçtiği on beş, yirmi kadarını alıp gelmiş, beraberce açıp kendi neylerini kendileri yapmışlardı. Bir kısmını da satalım deyince, orada çalıştığı için bir miktar çevre edindiği İstanbul’a, Sultanahmet’e gitmeye karar vermiş, yolda gelirken otobüste okumak için aldığı gazetede gördüğü bir haber kendisini bu mezarlığa getirmişti. Yanlış hatırlamıyorsa o sıralar gazetelerde işlenen konulardan biri de, Adnan Menderes ve onunla birlikte idam edilenlerin itibarlarının iade edilmesiydi. Ama onu buraya getiren haber o değildi. Haberde şöyle diyordu:

Büyük bestekâr Itrî’nin Edirnekapı mezarlığındaki türbesi bakımsızlıktan yıkılmak üzere.

Bu haberi okuyunca İstanbul’a geldiğinin ilk günü Edirnekapı mezarlığına gidip bu büyük ustanın mezarını bulmaya karar vermişti.

İşte şimdi bu kadar geniş bir alana yayılmış bu mezarlıkta kim bilir kaç saattir dolaşıyordu. Bakımsız bir mezar olduğuna göre onu diğerlerinden ayırt etmek de pek kolay olmayabilirdi. Eski yazıyla yazılmış mezar taşlarına özellikle dikkat ediyordu. Çocukluğunda Arap alfabesini okumayı öğrenmiş, lisedeyken Arapça dil kursuna gitmiş ve şimdi üniversitede okuduğu bölümde aynı zamanda Osmanlı dönemi Türkçesi dersleri de alıyordu. En azından onun adının geçtiği yeri okuyabilse yeterdi. Ama bu mezarlık o kadar büyüktü ve buraya geleli o kadar zaman geçmişti ki, artık neredeyse akşam olmadan vazgeçip geri dönecekti. Gördüğü her mezar taşının ayrıntılarına bakmadan, sadece o olup olmadığına anlayacak kadar bakıp yoluna daha hızlı devam etmeye karar verdi. Birden, gittiği yolun sağ köşesinde, yarım adam boyu yüksekliğinde beton bir duvarla çevrilmiş bir mezarın beton duvarının üstünde yeşil bir boyayla eğri büğrü yazılmış yazıyı görünce heyecanla içinden “İşte o!” deyip o tarafa doğru yöneldi. Beton duvarın üstündeki eğri büğrü yeşil yazı şöyleydi:

“Hıdri Dede”

Belki de onu ziyarete gelenlerin çokluğundan ya da nesilden nesile anlatılanlardan, orada yatanın veli bir kişi olduğuna karar vermiş, mezarlığın bakımıyla ilgilenen, bu civarlarda oturan ya da buraya sık sık gelen biri, her kimse, bunun onun mezarı olduğunun anlaşılması için üstüne o yazıyı yazmıştı.

Şekli bozuk, eğri büğrü yazılar göze pek hoş görünmez. Ama onu arayan için bu ne kadar güzel, ne kadar anlamlı bir eğri büğrü yazıydı. Bunu buraya yazan belki de okula giderken derslerinde başarılı biri değildi ama insanlık dersinde yüksek bir notu hak etmişti yaptığı bu yamuk yumuk işle. Ya o beton duvar. Şehirleri, hatta köyleri bile kaplayan o çirkin beton yapılarla aynı malzemeden yapıldığı halde o ne güzel bir beton duvardı. Kişinin aradığını bulmasına aracı olduğu için insanlık adına mimari bir şaheserdi.

Çok sevindi. Ya bulamasaydı! İç kısmındaki eski mezar taşının üstündeki eski yazımızla yazılmış “Itrî” kelimesini de seçebiliyordu. Ellerini kaldırıp şükretti. İçinden okumak istediklerini okudu, duasını yaptı, yüzüne gülümseme yayıldı. Neredeyse akşam olacaktı. Artık geri dönebilirdi.

Mezarlığın çıkışına doğru giderken kendinden yirmi, yirmi beş yaş büyük birinin elinde fotoğraf makinesiyle gezerken mezarlık görevlisinin şöyle sorduğunu gördü:

"Gazeteci misiniz?"

Adam: "Hayır, kitap yazıyorum."

Görevli: "Fotoğraf çekmek için izin aldınız mı?"

Adam: "Yasak mı? Bilmiyordum. Girişte kimse bir şey söylemedi. Kusura bakmayın."

Görevli: "Görmemişlerdir. Bir daha gelirseniz haberiniz olsun."

Adam: "Kusura bakmayın."

Öyle dedikten sonra adam fotoğraf makinesini çantasına koydu ve oradan ayrıldı.

Konuşmalara şahit olan genç adam bir an kendini ötekinin yerine koydu. Kendisi olsa belki de gençliğin verdiği sıcakkanlılıkla görevliyle tartışırdı. Aradığını bulmuş olmanın verdiği mutlulukla oradan ayrılıp kaldığı yerin yolunu tuttu.

Cevri Kalfa Bazaar, İstanbul - Sultanahmet - Divanyolu Caddesi, 1987Önceden çalıştığı otel, İstanbul’u görmeye gelen yerli yabancı turistlerin en çok ziyaret ettiği semtin ana caddesinin üstündeydi. Tam karşısında Sultanahmet Camii, solunda Ayasofya ve boğaz görünüyordu. Terasa çıkınca tüm bu muhteşem manzara gözünün önündeydi. Ucuz ve bakımsız otelin otuz altı küçük odası vardı ve çalıştığı zamanlarda teras kattaki otuz altı numaralı odayı kendisine vermişlerdi. Bu sefer müşteri olarak geldiği otelde gene aynı odayı vermişler ve para almamışlardı. Çalıştığı otelin yan tarafında büyük bir halı mağazası vardı. Aynı zamanda üst katında Türk edebiyatıyla ilgili bir vakıf bulunan tarihi bir binaydı ve halının dışında deri, çini, pirinç, minyatürler gibi şehre gelen yabancıların ilgisini çekecek şeylerin yanında, ucuz cinsinden neyler de satılıyordu.

Eski çalışma arkadaşlarıyla ve işyeri sahipleriyle hoş beş edip ne yapıp ne ettiklerine dair birbirlerine anlattıktan sonra gece odasına yatmaya çıktı. Ertesi gün, insanın başına hayatta çok ender gelebilen ve daha sonraki yıllarda hayret, tebessüm ve ibretle hatırlayacağı bir olay yaşayacağı aklına nereden gelebilirdi ki? Yoldan gelmiş olmanın ve o gün yaptıklarının yorgunluğuyla başını yastığa koyup derin bir uykuya daldı.

Sabah kapısının arka arkaya ısrarla vurulmasıyla uyandı. Halı mağazasındaki eski çalışma arkadaşlarından biri bir yandan kapıya vuruyor, bir yandan da “Kalk, kalk! Önemli bir şey var!” diye sesleniyordu. Kalkıp kapıyı açtı.

“Günaydın. Ne oldu?”

“Dükkânda bir turist var. İyi bir ney istiyormuş. Bizdekileri gösterdik beğenmedi. Başka var mı diye soruyor. Bir de seninkileri göster.”

Giyinip aşağıya indi. Halı mağazasına gelince kendisini bekleyen yabancıyla selamlaştı. Otuzlu yaşlarının ortalarında Kanadalı bir müzisyendi. Birçok batı müziği çalgısını çalıyor, neye de ilgi duyuyordu. Turistler için satılan ucuzlarından değil, iyi bir ney almak istiyordu.

Birlikte bir çay içip neyleri nasıl yaptıklarını, kendisinin müzikle ve edebiyatla olan yakınlığını, ustasıyla nasıl tanıştıklarını, yabancının nasıl olup da tasavvufa ve neye ilgi duyduğunu ve benzer şeyleri konuştuktan sonra otele geçip yukarı çıktılar.

Kendisinin özenle seçtiği kamışlardan ustasının özenerek yaptığı ve başparelerini özel olarak boynuzdan, pırazvanalarını gümüşten yaptırdıkları neyler odasındaydı. Her birini tek tek alıp incelediler. Kanadalı, seslerini de duymak istediğini söyleyince hepsini teker teker üfledi. Neyleri özen, emek ve masraf bakımından turistik olanlara göre haliyle daha pahalıydı. Kanadalı görünüş ve ses bakımından beğendiği birini seçip aldı ve iyi de bir fiyat ödedi. Zaten kısıtlı bir bütçeyle buraya geldiği için bu satış iyi gelmişti. Kanadalıyla son cümlelerini konuşup, güler yüzle birbirlerinin elini sıktıktan sonra ayrıldılar.

O gittikten sonra şöyle bir düşününce gördü ki bu yaşadığı son olay inanılır gibi değildi. O aşağıdaki neylere kaç ayda bir, bir müşteri geliyordu? Gelse bile çoğunlukla ne olduğunu bilmeden merak edip ancak hakkında soru soruyorlardı. Yılda bir tanesi ya satılıyordu ya satılmıyordu. Bu gelen yabancı sanki doğrudan kendisine gönderilmişti.

Itrî aklına geldi. Büyük usta sanki kendisine selam göndermişti. Yüzüne yeniden bir gülümseme yayıldı.

Bundan sonrakilerin satılıp satılmaması çok önemli değildi.

Döndüğünde arkadaşlarına ve ustasına anlatacak güzel bir hikâyesi vardı artık.

-------- SON --------

(1): Ve Rahmân'ın heybetinden sesler kesilir. Ancak sesleri tıpırtılar halinde duyabilirsin.
Tâhâ 108

(2): Ey sultan olup da dünyada benden başkası yok diyerek kendinden başkasını görmeyen! Sen kendini uğursuz bir baykuş, dünyayı da bir virane bil. Fuzûlî.

(3): Sultan II. Murat’a ait olduğu söylenen dizelerin tamamı şöyle:

Sâki getir getir yine dünkü şarâbımı
Söylet dile getir yine çeng ü rebâbımı
Ben var iken gerek bana bu zevk u safâ
Bir gün gele ki görmeye kimse turâbımı

Dikkat! Bu hikâyeyle ilgili tüm haklar hikâyeyi bizzat yaşayan ve yazan C. Güner Gük'e aittir. Hikâye sahibinden izin alınmadan ve kaynak gösterilmeden herhangi bir yerde tamamının yayınlanması ya da herhangi bir amaçla kullanılması durumunda yasal yollara başvurulacaktır. Soru, yorum, görüş, öneri ve fikirleriniz için lütfen aşağıdaki formu kullanınız ya da hikâye sahibiyle iletişime geçiniz.

Not: Bu makale ilk olarak 4 Eylül 2012 tarihinde Blogger'da yayınlanmıştır.

Gizlilik Bildirimi
Gizlilik Bildirimi

Kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Çerez kullanımına izin vermek için lütfen tıklayın.