Yaşlı Avusturyalı çiftle sohbet ediyorum. Türkiye'yi çok sevdiklerini, Antalya’nın otuz yıl önceki halini bildiklerini söylüyorlar.
Bu yıl tatile gelmeden iki ay kadar önce Türkiye ile ilgili bir tanıtım filmi izlediklerini ve çok beğendiklerini söylüyorlar. Fakat bu tanıtımın hemen arkasından adı “Duvara Karşı” olan ödüllü bir film yayınlandığını, bunu seyrettiklerinde çok rahatsız olduklarını anlatıyorlar: "Filmdeki Türk kızı evlenmeyi hiçbir zaman istemediğini, beğendiği erkeklerle yatağa girip hayatını yaşamak istediğini anlatıyordu. Bu Türkiye’deki genç kızların durumunu yansıtmıyor değil mi? Çok rahatsız olduk!"
Toplumun çoğunluğuna şu yaklaşım yerleşmiş ya da bilerek yerleştirilmiştir:
“Türkiye’nin kötülüğünü isteyenler var. Bizim gelişmemize, ilerlememize engel olmak istiyorlar. Bunun için de bin bir türlü sinsilik düzenliyorlar. Toplumsal yapımızı bozmak, bizi dinimizden uzaklaştırmak, tarihimizden koparmak, medya aracılığıyla her türlü ahlaksızlığı yaymak gibi” dendiği zaman şu saydıklarıma benzer karşılıklar alıyorsunuz. “Olmaz öyle şey. Kim yapabilir bunu? Kimse bilmiyor, bir sen mi biliyorsun? Komplo teorileri bunlar. Toplum böyle istiyor. Yabancıları bırakalım da biz kendimizi düzeltmeye bakalım. Ne yapıyorsak kendimiz yapıyoruz.”
Evet, güzel söylüyorsunuz. Elbette ki “neden böyle olduk?” diye enine boyuna düşünüp değerlendirmede bulunmamız, çözüm aramamız gerekir. Elimizdeki avucumuzdakini kaybettiğimiz için tabi ki hatalı olabiliriz ama “Hırsızın hiç mi suçu yok?”
Sinema oyuncusu, şarkıcı, manken gibi kıt bilgili ya da bilgisiz insanları toplum önüne örnek olarak çıkartmak ve “Erkeğin evlilik dışında bir de dost hayatına ihtiyacı var ama halk henüz buna hazır değil" şeklinde açıklamalar yapmasına izin vermek ya da yaptırtmak kasıtlı bir kötülük değil de nedir?
Yeryüzünde ne yazık ki kötülük denen bir şey de var. Biz hırsızlık yapmıyoruz, başkalarına kötülük düşünmüyoruz diye hırsızlık ve kötülük yok demek değildir. Mahalle karılarının bile birbirlerine kötülük için büyü yaptırdıklarını duyuyoruz.
Neler kaybettiğimizi biraz daha iyi kavrayabilmek için şu soruların cevabını kendi kendimize vermeye çalışalım:
Müziğimiz nereye gitti?
Yardımseverliğimiz nereye gitti?
Misafirperverliğimize ne oldu?
Doğruluğumuz nereye gitti?
Çalışkanlığımıza ne oldu?
İnsanlığımız nerede?
Bu saydıklarımı örneklendirerek ayrıntılarına girmiyorum. Her birini bir kere daha okuyup üzerinde düşünürseniz ne demek istediğimi zaten kendiniz anlayabilirsiniz.
Yeryüzünde kötülüğün arttığı, halkın köle, yöneticilerin tanrı olduğu, haksızlıkların çoğaldığı, kibirin had safhada olduğu dönemler daha önce de olmuştur. Sonucunda felaketler baş göstermiş, medeniyetler yıkılmış, şehirler yerle bir olmuştur. Roma ve eski Mısır medeniyetleri bunlara sadece bir iki örnektir. Kuran’da ve diğer kutsal kitaplarda bunlardan sık sık söz edilir. Ve maalesef okullarda bile bu geçmiş medeniyetler anlatılırken bunların ne büyük medeniyetler olduğu söylenir ama insani olarak gerilemişliğinden bahsedilmez.
Şimdi de dünyada bozulmuşlukların arttığını, gücün kötünün eline geçtiğini, haksız yere savaşlar başlatılıp yüz binlerce insan öldürüldüğünü, teknoloji, para ve askeri güç sahibi ülkelerin başkalarının doğal zenginliklerini sömürdüklerini, bir tarafta milyonlarca insan açlık çekerken diğer tarafta bunların gününü gün ettiklerini hepimiz bilmiyor muyuz?
Hep beraber bir uçuruma, felakete doğru göz göre göre sürükleniyoruz.
Buna karşı ne gibi önlemler alınabilir?
Kasıtlı ya da kasıtsız, ne olursa olsun buna karşı bir an önce önlem alınması gereklidir. Bunun için cesur, dürüst, ilkeli bir yönetime ihtiyaç vardır.
Dünya sürü halinde bir uçuruma doğru gidiyorsa peşlerine takılmamız mı, yoksa tedbir alıp uzak durmamız mı akıllılık olur? Karantina ve uzak durmak da tıbbın öngördüğü tedbirlerdendir.
Az sayıda bilinç sahibi insanın toplumun bozulmuşluğundan uzak kalmaya çalışması değil, toplum olarak dünyanın bozulmuşluğundan uzak durmaya çalışmamız çözümdür.
Güçlü, kararlı ve korkusuz devlet adamları gereklidir.
Özgürlük ve demokrasi bahaneleriyle “embedded” medyanın topluma her türlü zehiri akıtmasına izin verilmemelidir. Embedded diyorum çünkü sinsi bir savaşın içindeyiz ve bunları amaçları doğrultusunda kullanmak üzere aramıza yerleştirmişler.
Evimize hırsız girdi, ne var ne yok götürdü. En sonunda evi de kaybetmeden tedbirimizi alalım. Hırsızlar hem içimizde, hem dışarıda.
Ek olarak:
Bu yazıyı düzenlemeye çalıştığım sıralarda televizyonda medyanın çeşitli amaçlar için kullanılmak üzere meşhur ettiği genç oyuncu kadınlardan birinin iç gıcıklayıcı bir ses tonuyla, Türk asıllı değilmiş izlenimi uyandıran aksanla “Benim Adım Çapkın Kız” diye bir şarkı seslendirdiğini duydum. Çapkın kız gününü gün etmeyi, her gün başka bir sevgili bulmayı seviyor, evlenmeyi hiç düşünmüyordu. Aşka inanmaz, hiç kimseye bağlanmazdı.
Birkaç gün sonra da haber7.com’da Ayşenur KAHVECİ adlı bir hanım yazarın, benim de ayrı bir başlık altında yazmayı düşündüğüm, “Türk dizileri Araplar'da neler yaptı” başlığı altında Türk TV dizilerinin komşularımıza verdiği zararları anlatan yazısını okudum ve yorum yazdım.
Ben bütün gün televizyon başında bekleyip altı yaşındaki kızımı zararlı yayınlara karşı koruyamam. Bunun sorumluluğu devletin elindedir ve bağırıp çağırmalara aldırmadan kararlı ve güçlü bir tavırla önlemini almalıdır.
Medya patronlarının ve büyük firmaların işlerinin yürümesi için yoz bir nesil yetiştirmek zorunda kalmayalım.
Bu son örnekler de konunun ne kadar ciddi olduğunu göstermektedir.