Bunu yayınlamak istemezdim.
İsterdim ki yetkililer ve ilgililer her kim olursa olsun uyaranları dinlesin, görüşme taleplerine karşılık versin, “Biz ne yapacağımızı biliriz, işimize karışmayın!” demesin.
Devlet kurum ve yetkilileri yıllarca türlü resmi yollardan yaptığım başvurularıma cevap bile vermediler. Son yaptığım “Devlete açık mektup: Beni fişlediniz mi?” başlıklı resmi başvuru ve açık mektubuma da aynı şekilde hiçbir cevap verilmedi. Linkini yazının sonunda bulabilirsiniz.
Şimdi okuyacağınız “AKP’den istifa” başlıklı uyarı mektubuma da cevap alamadım. Bunu 2012 yılında AKP Muratpaşa İlçe Başkanlığına ve AKP İstanbul Merkez Teşkilatına iadeli taahhütlü olarak ayrı ayrı gönderdim.
Bu yazıdaki cemaatlerle, toplum ahlakıyla, medyayla, eğitimle, gelir dağılımındaki adaletsizlikle ilgili uyarılarımı dikkatle okumanızı rica ediyorum.
Buyrun, işte yazı:
AKP’den İstifa
Adalet ve Kalkınma Partisi teşkilatından kaydımın silinmesi isteğimi bildiren yazımdır.
Sayın parti yetkilileri,
12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu öncesinde yeni bir anayasanın gerekliliğine inandığımdan ve yenilik ve ilerlemeye karşı içeriden ve dışarıdan topyekûn bir saldırı olduğunu düşündüğümden birlik olmanın gerekliliği ve zamanının geldiği inancıyla, parti tutmak gibi bir âdetim olmadığı halde hiçbir çıkar gözetmeksizin Adalet ve Kalkınma Partisi Antalya Muratpaşa teşkilatına kaydımı yaptırdım. Aslında neden “Evet” dememiz gerektiğini anlatan 22 Ağustos 2010 tarihli “Hiç çekinme, ‘Hayır’ de!” başlıklı yazımı http://anayasa.blogyarismasi.com/Article/Details/1072/hic-cekinme-hayir-de adresinde okuyabilirsiniz.
Şimdi de ayrılmanın vakti geldiğini gördüğüm için bu partiden ayrılmaya karar verdim. Bunun nedenlerini merak eden olabilir düşüncesiyle açıklayabildiğim kadar aşağıda anlatmaya çalışacağım. Fakat önce, ne demek istediğimin daha iyi anlaşılmasına yardımı olabileceğini düşünerek, belki de çoğumuzun bir yerlerde okumuş ya da duymuş olabileceği iki hikâye anlatmak istiyorum.
Birinci hikâye, cuma namazına giden bir padişahla ilgili.
Eski zamanlarda padişahın biri cuma namazına giderken ona yol açmak için adamları ellerindeki sopalarla halkı dağıtıyorlarmış.
“Çekilin! Padişahımız cumaya gidiyor. Yer açın!” diye önlerine gelene bir sopa savuruyorlarmış. Sopalardan biri de Allah yolunda Allah’tan başka bir şeyden korkusu olmayan bir dervişe gelmiş.
Dönmüş, demiş ki:
“Hey kibirinden ibadetini zulme çeviren padişah! Senin ibadetin buysa, zulmün; hayrın buysa şerrin nasıldır kim bilir!”
İkinci hikâye, bir mürit ve şeyhin konuşmaları.
Tekkenin birinde müritlerden biri elinde sopa, kapıda bekliyormuş. Şeyh bunu görünce sormuş:
“O elindeki sopayla neden kapıda bekliyorsun?”
Mürit “Senin bir hata yapmanı bekliyorum. Yanlış bir iş yaparsan bu sopayla sana vuracağım” demiş.
Şeyh buna şöyle karşılık vermiş:
“İşte benim gerçek dostum. Kim benim hatamı, yanlışımı bana gösteriyorsa o benim gerçek dostumdur.”
Burada ayrıntısına girmeden kısaca durumumu özetleyeyim.
Almanya’da ilkokula başladım. On yıllık eğitim ve iyi seviyede Almanca, İngilizce bilgisiyle Türkiye’ye döndüm. Üç yıl liseden sonra iki yıl Yıldız Üniversitesi’nde elektrik mühendisliği okudum. Buradaki eğitimimi tamamlamadan ayrılıp Selçuk Üniversitesi’nde Doğu Dilleri ve Edebiyatları bölümüne girerek beş yıl sonra diploma aldım. Konya’da bulunduğum süre boyunca Tasavvuf ve Osmanlı Edebiyatı alanındaki bilgimi geliştirmemin yanı sıra Konya Musiki Derneği’nde neyzen olarak görev aldım ve bu konuda bir hayli ilerleyip başarı gösterdim. Üniversiteden mezun olduğum 1993 yılından itibaren çalışmaya başladığım Alanya, Antalya bölgelerinde ince bir sanat olan ve ustalaşması yıllar süren kuyumculuk mesleğini kendi çaba ve azmimle ileri seviyede öğrendim. Bilime, sanata, musikiye yatkınlığım, farklı dil ve kültürlerle tanışıklığım ve yüce Yaratıcının da yardımıyla, tüm dünyadan insanların beğenisini kazanan gümüş takı ve mücevherler tasarlayıp yaptım. Öyle ki, seçkin turizm dergilerinde tavsiye edilmenin ötesinde, tasarımlarım arkadaşlarım, komşularım, toptancılar, yurt dışındaki sanatçılar tarafından taklit edildi, daha doğrusu çalındı ve ben yeterli tecrübe ve imkânım olmadığından bir önlem alamadım. Tasarımlarım halen kendilerini hiç tanımadığım kuyumcuların vitrinlerinde sergilenmekte olup kendileri de benim adımı dahi duymamışlardır. İstenirse bunun ispatını şahitlerle birlikte yapabilirim.
2005 yılında askere giderken işyerimi yok pahasına devrettim ve döndüğümde aynı imkânı bir daha bulamadım. Bankalara borçlanıp bir süre sonra faizlerini dahi ödemeye yetişemez hale geldim. Başıma gelecek zorlukları az çok hissedebildiğimden, aylar öncesinden başlayarak sayın başbakana, kültür bakanına ve çalışma bakanına defalarca mektup yazıp, BİMER üzerinden başvurular yapıp tecrübe ve meziyetlerimi anlatıp sıkıntımı gidermek için destek istedim. Üstelik istediğim destek ya yakın bir zamanda geri ödenmek üzere küçük bir devlet kredisi ya da Türkiye’de henüz bir benzeri olmayan, gelir getirici ve yararlı kültür merkezi projeme cüzi bir kaynak sağlanmasıydı. Tam da o sıralar sayın başbakanımızı rüyamda görüp sıkıntımı anlatmam ve kendisinin de etrafındakilere “Niye bu adama yardımcı olmuyorsunuz? Ne istiyorsa verin!” demesi beni daha da umutlandırdı. Fakat ne yazık ki bu başvuruların çoğundan bir cevap bile alamadım.
Bir ara, bir çözüm yolu bulabilir miyim düşüncesiyle AKP Muratpaşa teşkilatına gittim. Sağ olsun Sayın Nihat Türkeri beni oldukça samimi karşılayıp sıkıntımı dinledi, bana kardeşim diye hitap etti ve projemle ilgili yardımı dokunabileceğini söyleyerek kültür bakanı yardımcısı, eski milletvekili Sayın Abdurrahman Arıcı’nın telefon numarasını verdi. Kendisiyle kısa iki telefon görüşmesi yapıp projemin kopyasını göndermek üzere e-posta adresini aldım. Göndermemin üzerinden birkaç ay geçmesine rağmen bana ne telefonla ne de e-posta yoluyla bir cevap vermediği gibi kendisini sonraki aramalarımda telefonu hep kapalıydı.
Şu anda işyerimi kapattım. Bankalar sürekli arayıp haciz ve hapisle tehdit ediyorlar. Bankalardan birinin avukatıyla yaptığım sözleşmeye göre taksitlendirdiğim borcumu ödemediğim takdirde her bir taksiti için üç ay hapis cezası alma tehlikesiyle karşı karşıyayım.
Son olarak internette BİMER üzerinden son yaptığım başvurunun birkaç gün sonra Sayın Ali Babacan’a gönderildiğini görünce “Nihayet sesimi anlayış ve mevki sahibi birine duyurabildim” diye sevindim. Fakat daha sonra Sayın Ali Babacan’ın bunu BDDK’ya ve Merkez Bankasına gönderdiğini görünce tüm umutlarım suya düştü. Anladım ki benim sıkıntımı öğrenmek için benimle bağlantı kurmak yerine yalanımı ve açığımı arama yoluna gitmişlerdi.
İşte 03.05.2012 tarihli ve 242879 numaralı son BİMER başvurumun kopyası:
Yabancı diller bilen, eğitimli, ülkesini ve insanını seven, iyi işler yapmak isteyen, tecrübe, sanat, meslek sahibi yetişmiş bir vatandaşım.
Daha önce başbakana, çalışma bakanına, kültür bakanına mektuplar yazdım, bimer üzerinden başvurular yaptım. Bu nedenle bu sefer ayrıntıya girmiyorum. Özetle söylemem gerekirse, bugüne kadar kendilerinden toplam aldığımın en az üç katını geri ödediğim halde faizler nedeniyle bir türlü azalmayan borcumu kapatamadığım için bankalarca mahkemeye verildim. İşyerimi kapattım, üç ay hapse girme ve ailemin dağılması tehlikesiyle karşı karşıyayım.
Önceki mektup ve başvurularımda durumumu anlatıp ya borcumu kapatıp işimi toparlamaya yetecek miktar olan 30 bin lira devlet kredisi ya da yararlı ve gelir getirici ve 100-150 bin lira ile temeli atılabilecek kültür merkezi projeme destek istemiştim.
Başbakan ve çalışma bakanından cevap gelmedi. Kültür bakanlığından da aylar sonra “Bakanlığımız kültürel faaliyetlere destek vermemektedir” mealinde bir cevap geldi.
Bu devlet eğitimli, tecrübe, meslek, sanat sahibi, ülkesini, halkını, kültürünü seven ve iyi işler yapmak istediği halde sıkıntılı günler yaşayan bir vatandaşına 30 bin lira kredi desteği sağlayamayacak kadar aciz mi? Ya da bu mu sosyal devlet? Bu devleti ve ülkeyi hangi kademede olursa olsun böyle aciz duruma düşürmeye ya da öyle görünmesine yol açmaya kimsenin hakkı yok.
Ülke yönetiminin en üstündekiler en alttakilerin sesini duymuyor, kıpırtılarını hissetmiyorsa o ülkede bir koordinasyon bozukluğu, o ağda bir kopukluk var demektir.
Bununla da sesimi duyuramazsam artık bir daha yazmayacağım ve devletten herhangi bir talepte bulunmayacağım.
Fakat şunu söylemek istiyorum ki her bir zerrenin dahi hesabının sorulacağı bilgisi ve inancına sahip oldukları halde sorumluluktan kaçanlar ya da kulak tıkayanlar böyle yapmakla hesaptan kurtulacaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar.
Son söylediğim sözün ağırlığını gönlünde, vicdanında ve omuzlarında hissederek benimle irtibat kurup durumum hakkında bilgi istemek yerine yalanımı araştırıp açığımı bulmak amacıyla bu yola başvuran ve adını tüm dünyaya duyurmuş bir yöneticiye yakışan davranış bu olabilir mi?
Dindar ve muhafazakâr bir iktidar ekibinin, kendi geçmiş kültürünü yaşatmaya, tanıtmaya ve yeniden sevdirmeye yönelik projesi olan ve bu konuda bilgi ve tecrübe sahibi bir vatandaşına destek sağlamayarak neyi muhafaza ettiğini anlayabilmiş değilim. Üstelik bize bıraktıkları zengin kültür mirasına sahip çıkmaya çalıştığımız atalarımız geçmişte bizzat besteler yapıp, şiirler yazıp bestekâr, şair, âlim ve sanatkârları himaye etmişken.
Sadece olumsuzlukları gördüğüm ve bunları ortaya koyduğum düşünülmesin. Bu bir ayrılma başvurusu olduğu için bu kararı almama neden olan olumsuzlukların dökümünü sunuyorum. Bu anlattığım kişisel gibi görünen durumların yanı sıra partiden ayrılma kararı vermeme neden olan daha genel sebepleri de aşağıda sıralamak istiyorum:
1- Bu yönetim iktidara geldiğinden beri toplumda ahlaksızlık daha da arttı. Televizyon dizileri, programları, şarkı klipleri, sinema filmleri ve reklamlarla topluma ahlaksızlık zehri enjekte edildi ve yönetim buna karşı engelleyici hiçbir tedbir almadığı gibi bu tutumuyla belki de tamamını desteklemiş oldu. Son on yılda kadınlarımız teşhirciliğin de ötesinde açılıp saçıldılar. Evlilik öncesi karı koca gibi yaşayıp canı sıkılınca eş değiştirmek toplumda kabul görmeye, zaten böyle olması gerekiyormuş gibi yaşanmaya başlandı. Küçüklerin büyüklere saygısı kalmadı. Herkes daha fazla çıkar ve para peşinde koşmaya başladı. Öğretmenler okulu, doktorlar hastaneyi ticarethaneye çevirdi. Boşanmalar arttı. Aile içi şiddet arttı. Cinsel sapkınlıklar arttı. Yalancı, sahtekâr, tembel, beleşçi, parası olana kıymet veren bir toplum olduk. 10-12 yaşında çocuklar parklarda, toplum içinde öpüşüp sevişmeye başladı ve yetkisi olduğu halde iktidar partisi neden korktu da engelleyici tedbirler almadı? Her taraf alışveriş merkezleriyle doldu, şehirler şehir, çarşılar çarşı olmaktan çıktı.
2- Faiz ve haksız kazanç yayıldı, zengin daha zengin, yoksul daha yoksul oldu. Halk bankalara soyduruldu. Tüm dünyada bankaların zarar gösterdiği bir dönemde Türk bankaları demiyorum, Türkiye’deki bankalar %300 kâr açıkladı ve iktidar da bunu övünülecek bir şeymiş gibi sundu. Bankalar bu kârı nasıl elde etti? Tabi ki halkın kanını emerek. Yönetim de, bırakın buna karşı önlem almayı, bunları teşvik bile etti. Yarısından fazlası, dinen haram olan faiz temeline dayalı kazanç elde etme sistemiyle çalışan bankalara borçlu olan bir toplum meydana geldi. Borçlu olmak da beraberinde ezikliği, köleliğe yatkınlığı, yalana, sahtekârlığa meyilli olmayı getirdi. Faizlerin ve enflasyonun düşürülmesi yalanıyla zihinler uyuşturulup haram olan faizin helalmiş ve olması gereken ekonomik sistem buymuş gibi algılanılmasına yol açıldı. Benim de içinde bulunduğum durumda olduğu gibi, aldığının birkaç kat fazlasını bankalara geri ödediği halde faiz sisteminden dolayı bir türlü bitmeyen borçlar yüzünden vatandaş mahkemelik oldu, hapse girdi ya da hapse girme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı ve buna da adalet dendi. Şimdi çıkıp bir dava açmaya kalksam ve “Ben zaten aldığımın iki katından fazlasını ödedim. Bu borcu reddediyorum!” desem kim beni dinler?
3- Kumar daha da arttı. Kumarın adını değiştirmeyle onu kumar olmaktan çıkarıp haramlığını gideremezsiniz. Şans oyunları daha çok yayıldı ve çeşitleri arttı. Çalışmanın erdemine inancını yitirmiş, tembel ve ümitsiz toplum, devlet eliyle kumara daha çok yönlendirildi. Ülke adeta kumarhane oldu ve devlet de kumarhaneci gibi halkı soydu, bunu kazanç kapısı haline getirdi.
4- Teröre karşı mücadelede şehit olan askerlerin sadece sıradan, orta halli ya da yoksul ailelerin çocukları olduğu gerçeği değişmedi.
5- İnsanlık ayıbı olan ve devlet izniyle açıkça köle kadın ticareti yapılan genelevler kapatılmadı.
6- Eğitimde toplumu mekaniklikten çıkarıp insani bilimlere yönlendirecek köklü değişiklikler yapılmadı. Tek tip ve dar ufuklu insanlar yetişmesine neden olan önlük, forma gibi kıyafetlerin terk edilip ahlak kurallarının dışına çıkmamak koşuluyla çocukların istedikleri gibi giyinmelerini sağlayacak serbest kıyafet uygulamasına geçilemedi. Asker gibi her sabah çocukları okul bahçesine dizmekten vazgeçilmedi. Sınıf annesi, sınıf başkanlığı, tırnak kontrolü, konuşanların tahtaya yazılması gibi basit görünmekle birlikte hem çocukları rencide edip hem de kişilerin ve toplumun yaşantısını şimdi ve gelecekte olumsuz etkileyen uygulamalar fark edilip terk edilmedi. Aileler eğitilmedi. Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde bulunmayan dershane ve sınav sistemleri yok edilemedi. Çocukları istismar eden dar zihinli tüccarlarca işletilen kantinler kaldırılmadı. Bir sınıftaki çocukların yarısından fazlasının karne notlarının pekiyi verildiği bol keseden not dağıtma uygulaması kaldırılmadı. Zeki, bilgili, akıllı, her an öğrenmeye devam eden ve tüm topluma örnek olan işinin ehli öğretmenler yetiştirilmedi. Hiçbir yararı ve gereği olmadığı halde takdirname, teşekkürname verilmeye devam edildi.
7- Toplum adeta kamplara ayrıldı. Daha önceleri pek duyulmayan cemaat sözü sık sık karşımıza çıkmaya başladı. Cemaat ve topluluklar vasıtasıyla halk maddi çıkar, mevki, çevre edinmeye başladı. Eskiden de var olan adam kayırmacılık bu dönemde de devam etti ve halk arasında hala konuşuluyor. Bir yerde adamı, çevresi, ya da bir cemaate yakınlığı olanların işi daha rahat görülür hale geldi. Kim olduğuma bakılmaksızın projem hakkında bilgi istenmesi yerine, bana kültür bakan yardımcısının telefonunun verilmesi buna delildir.
8- Doğru olup olmadığını bilmiyorum ama partiye seçilecek milletvekili adayları için aranan kriterlerden biri maddi durumunun iyi olmasıydı. Bunun gerekçesi de buna doymuş olup çıkar peşinde koşmamasının beklenmesiydi. Peygamberi “Fakirliğimle övünürüm” diyen, halifesi toplumunun en fakiri olan bir dinin inananları yaptıklarının yanlış olduğunu düşünemediler mi? Son yıllarda sıkça duyduğum “Müslüman zengin olmalı” sözü kim tarafından ortaya atıldı ve nasıl bu kadar kısa sürede yayılıp kabul gördü? Söylenti yanlışsa, nasıl oldu da yöneticiler bu kadar varlıklı kişilerden meydana geldi? Ayrıca zengin genellikle daha hırslıdır. Her zaman daha zengin olmak ister, doymaz. Eflatun “Bir devlette zenginlik ve zenginler baş tacı olunca, doğruluğun ve doğru insanların şerefi azalır” demiştir.
Bu saydıklarıma benzer şeyleri söyleyen bir tek ben değilim. Haşmet Babaoğlu’nun son okuduğum yazısına bir bakın: http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/babaoglu/2012/06/22/yasim-ilerliyor-ama-ya-yasadigim-ulke
Ben partiden basitçe ayrılabilirdim, nihayetinde kimsenin adını bile bilmediği sıradan bir vatandaşım. Fakat halkına her an hesap vermeye hazır olduğunu söyleyen bir iktidarın bu anlattıklarımı dikkate alıp kendini bir gözden geçirme yoluna gideceğini ümit ediyorum.
Sıradan bir vatandaşının bile ayrım yapmadan derdiyle ilgilenmesi gerektiği halde yetişmiş, eğitim, tecrübe, sanat, meslek, azim, istek, sevgi, hoşgörü sahibi olup tüm topluma yararlı bir iş için küçük bir yardım talep eden bir vatandaşının sesini duymayıp, yüzüne bakmayan bir devletin adalet anlayışının kusurlu olduğunu ve o vatandaşından saygı da bekleyemeyeceğini bilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Teşkilatla ilişiğimin kesildiğini bildiren bir yazının …… e-posta adresine gönderilmesini rica ediyorum.
Hayırlı olması dileğiyle,
Cerrah Güner Gük
TC Kimlik No: ……….
Tel: ………
“Devlete açık mektup: Beni fişlediniz mi?” başlıklı resmi başvuru ve açık mektubu buradan okuyabilirsiniz.